Giriş

Özgeçmiş

Sergiler
Kişisel Sergiler
Karma Sergiler

Tuvaller
Peyzajlar
Portreler
Natürmortlar
Soyutlar

Desenler

İletişim


"ARTIN DEMİRCİ'NİN YAZAR PORTRELERİ"
TURGAY FİŞEKÇİ


Artin Demirci’yi oldum olası “la belle epoque” (güzel dönem) diye adlandırılan, 1880’lerde başlayıp Birinci Dünya Savaşına dek süren, çok sayıda sanatçının “güzel”in peşinden koştuğu o soylu dönemin sanatçılarına benzetirim.

Renkleriyle, dünyasıyla, çevresine topladığı dostlar kalabalığıyla sanki o dönemden çıkıp gelmiştir Artin Demirci. Woody Allen’ın unutulmaz filmi Paris’te Geceyarısı’nın (2010) kahramanlarının günümüz dünyasından bıkıp “belle epoque”a sığınmaları gibi bizler de sıkıcı hayatlarımızdan bunaldıkça hep Artin’e sığınırız. Karşısına oturup, ilk tablomu yapmaya başladığında yıl 1983, o da Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümünde Neşe' Erdok atölyesinin öğrencilerinden biriydi. Atölyede oturmak, boyalarla tuvalleri arasında dünyalar yaratmaya çalışan sanatçıları kıyıdan izlemek çok hoşuma giderdi. Artin, tuvalinde o günkü beni işlemeye çalışırken, hocası Neş'e Erdok, arada bir gelir, yaptığı işten memnuniyetini gösteren bir şeyler söyleyip giderdi. Yıllar sonra bir gün Artin, evime geldiğinde bir fotoğrafımı çekmek istedi. Çalışma masamda oturuyordum. Önümde o günün Cumhuriyet gazetesi, yeni çıkmıs¸ kitabım Ayçiçeği Özlemi, birkaç kitap daha, bembeyaz tüyleriyle masada kendine bir yer bulup yatmıs¸ kedim ve arka duvarda da kitaplığım vardı. Artin deklanşöre bastı gitti. Fotoğraf banyo edilip karta basılınca gözlerime inanamadım. Onun sıradan bir şey olarak çektiği fotoğrafta neredeyse bütün hayatım duruyordu. Uzun uzun baktım fotoğrafa: Onun ressam gözü bir fotoğraf karesine benim o dönemdeki bütün hayatımı ve kişiliğimi sığdırmıştı.

Bu denli ustaca portreler yapabilmesinin gizini o gün anlar gibi olmuştum. Artin, bir yüze baktığında onun bütün hayatını görebiliyor ve bu duyguyu tuvale yansıtabiliyordu. O ilk portreden bugüne, neredeyse kırk yılı bulacak, bu sürede Artin, yolu atölyesinden geçen bütün sanatçı arkadaşlarını tuvallerine işledi. Picasso, kendi döneminden kaç sanatçı arkadaşının portresini yaptı tam bilmiyorum ama Artin’inkiler koca bir sergi salonunu dolduracak kadar çoğaldılar.

Bu portrelerin büyük çoğunluğunun şairlerden oluşması da ayrı bir başlık bana sorarsanız. Şiirle resim, birinin sözcükler, ötekinin renklerle yarattıkları imge sanatları olmasıyla birbirine çok yakın iki alan. Sanırım Artin, şair portrelerinde bu iki alanı birleştirirken, tuvalde iki alanın anlatım olanakları üstüne düşünme fırsatı da yakaladı.

Tabii, portreler tek başlarına da anlamlı ama o şairlerin şiirleriyle birlikte bakıldıklarında izleyenleri daha da zenginleştirecek yolların açılacağı da bir gerçek. Bu sergiyi gezenler, benzersiz bir deneyimin içinde olduklarını fark edebilmeli. Çok iyi bir ressamın renklerden oluşan dünyasında dolaşacaklar her şeyden önce. Sonra portre ressamlığı gibi zor bir alana adım atacaklar her tuvalin önünde. Belki tanıdıkları, şiirlerini bildikleri bir şairle karşılaşacaklar. Bu şairin kafalarındaki imgesiyle, ressamın yarattığı şair imgesi arasındaki farkları, benzerlikleri tartışabilecekler. Bizlerin göremediği ama ressamın gördüğü ayrıntıları, kişilik özelliklerini okuyacaklar tuvallerde. Sergiyi gezenlerden bir isteğim de şu olacak: Ne yazık ki, böyle bir serginin benzerini bir daha göremeyecekler. Pek çok ünlü ressamımızın yaptığı çok güzel portreler vardır: Sözgelimi ben Turhan Erol’un Cahit Külebi portresini unutamam. Daha da var örnekler ama hiçbir ressamımız yaşadığı dönemin şairlerine Artin Demirci kadar yakın durmadı, onları böyle salonları dolduracak denli kucaklamadı. Bu nedenle Artin Demirci’nin bu özelliğinin hem resim tarihimiz hem de şiir tarihimiz içinde özel bir yeri olacağını düşünüyorum.


                                      Geri